Yaşam nasıl ve nerede ortaya çıktı? Bu ortaya çıkış kaçınılmaz mıydı? Ne zaman gerçekleşti? İlk yaşamın kanıtı nedir? Yaşam sadece canlılığı mı içerir? Canlılıkla cansızlık arasında fark var mı? Başka gezenlerde yaşam var mıdır? Varsa, bizim bildiğimiz anlamda bir canlılık mıdır?
Yaşam üzerine sorular da çeşitli cevaplar da… Canlılık ve cansızlık üzerine yapılan çeşitli bilimsel incelemeler ile anlaşılan karmaşıklık, bu sorulara bulunacak cevapları da zorlaştırmakta… Bu nedenle de elde edilen bilgilerle çeşitli sınıflandırmalar yapılmakta, yaşamın özüne nüfuz edilmeye çalışılmaktadır.

Bu, yüzyılların değil bin yılların konusudur. Antik zamanlarda felsefeye içkin olarak başlayan bu sorgulamalar 17. yüzyılda kendi alanlarına çekilmeye başlasa da felsefe de yine bilimsel yöntemden faydalanarak sorgulamalarına devam etmektedir. Antik zamanlarda gerçekleşen tartışmalarda filozoflar ana maddenin ne olduğunu tartışmış, kimi bu soruya su, kimi ateş demiştir. Temel elementlerin ateş, hava, su ve toprak olduğu düşünülmüş. Başımızın üstündeki yıldızlara bakarak, yalnız mıyız diye sormuşlar, yıldız hareketlerine göre hayatı düzenlemeye çalışmışlardır. Doğadaki diyalektik süreci sezgisel olarak kavramışlar. Bugünün gelişmişliğinde en temel elementlerimizin Karbon (C), Nitrojen (N), Oksijen (O), Fosfor (P) ve Kükürt (S) olduğu saptanmış ama tek gerekliliğin de yine bu olmadığı, su gibi muhteşem bir çözücüye de ihtiyaç olduğu anlaşılmıştır. Ancak devamında suyun su olarak kalabildiği ve yaşam elementlerini oluşturan ortamın varlığının da gerekliliği saptanmıştır. Balık denizde yaşadığını anlamış.
İçinde yaşadığımız dünyayı hatta evreni anlamak, ondan nasıl faydalanacağımızı öğrenmenin yanında onu nasıl dönüştürebileceğimizi de anlamaktır. Her şeyin maddi bir temeli vardır. Her bir maddenin ya da canlının temeline indiğimizde atomaltı parçacıklar, atomlar, elementler, bunların oluşturdukları molekülleri görürüz. Aralarında oluşturdukları bağlar, hangi elementin/ elementlerin neye dönüşeceğini belirler. Evrim yoluyla canlılık alabildiğine çeşitlenir. Tek hücreli canlılardan çok hücrelilere, dünyanın bildiğimiz normal şartlarının dışında yaşayanlarına kadar pek çok canlılık türü tanımlanır.

Bu tanımlamalar sayesinde kuşların nasıl uçtuğunu araştırarak aerodinamik yasalara ulaşabilir, onları taklit ederek uçak yapıp yapay kanatlar elde edebilir, biz insanlar da uçabiliriz ya da ekstremofiller denilen aşırı ortamlarda yaşayan canlıların enzimlerini kullanarak kendimize ilaç, deterjan yapabiliriz. Kimyasal özelliklerini öğrendiğimiz için madenlerden değerli maddeleri çıkaracak teknolojiyi geliştirebiliriz. Ağaçların evrim süreçlerini anlayarak ormanlarımızı nasıl koruyacağımızı çözebiliriz. Hareket yasaları ve kütle çekimini öğrenmeye başlamak bizi uzaya kadar götüren bir süreci açar.
Bu öğrenim ve öğrendiğini uyarlama/ uygulama yöntemleri ya da bu bilgilerle araç icat edebilmek, salt bir bilgi edinmek değildir; beynimizin de araç kullanmaya bağlı olarak işlevsel gelişimini de tetiklemektedir. Homo Sapiensler (modern insan) olarak, doğada ilk var olduğumuz halde değiliz. Homo Habilis zamanında ilk ayağa kalkmamızla ellerimiz serbest kalıp, onlarla iş görmeye başladığımızda, kendimizdeki gelişmenin de ilk önemli adımını attık. Artık insanın insan olma yolundaki toplumsal-kültürel evrimi de bu sayede başlıyordu. Basit aletler üreterek başlayan süreç çok daha karmaşık aletlerle devam ediyor. Hayatı anlamlandırmamız da buna paralel… Yani insan doğayı dönüştürüyor, doğayı dönüştürürken kendini de dönüştürüyor.

Bilimsel çalışmaların, hala cevaplayamadığı sorular olsa bile, biz insanlara öğrettiği en önemli şey, hiçbir şeyin durağan olmadığı, sürekli hareket, değişim ve dönüşüm içinde olduğudur. Ve insanın evriminin bugün çözülememiş sorulara her an veya ilerleyen süreçte cevap verebilecek birikime sahip olduğu ve olacağını da öngörmesidir. Tabii bunun için bilime sahip çıkmak gereklidir.
Bir yanıt yazın