Felsefesi
Metafizik felsefe, geliştiği dönemde bilim bugünkü gelişmişliğinde olmadığı için, zamanın filozofları evreni ve varlığı sorgularken, daha çok gözlemden yararlanıyorlardı.

Gözlem çok kısıtlı bir bilgi edinme yöntemidir. Cevap veremedikleri pek çok soru onları, bir bilinemezcilik ve doğa üstü güçlerin var olduğu inancına götürdü. Ayrıca değişimler ancak uzun süren takiplerle ve çok detaylı bilimsel incelemelerle anlaşılabildiği için, bu imkanları olmayan metafizik felsefeciler şeylerin değişmezliğine inandılar. Gerçekleşen doğa olaylarının ne olduğunun bilinmemesi ve doğa olaylarının üzerinde etkileri olamadığı için kendilerinden daha güçlü bir şey tarafından yönetildiklerini ve kendilerinin de içinde, bu büyük ruhun parçası olan bir ölümsüz ruh taşıdıklarına inandılar. Semavi dinlerden önce, her doğa olayı için bir Tanrı atayıp, gazabından korunmak üzere ona kurbanlar sunmaya başladılar. İçlerinde inanmayan çıkarsa da topluluklarından atıyor ya da öldürüyorlardı. Çünkü o kişinin kafirliği yüzünden Tanrı topluluğu cezalandırabilirdi. Bu açıdan çok katılardı. Hala da öyleler. Uç örnek olarak günümüzdeki IŞİD ya da HTŞ gibi dinci yobazları verebiliriz.

Düşünce bu şekilde olunca var olmayan şeyler varmış gibi kabul edilmeye başlanır. Örneğin hayalet, cin, peri, cadı gibi olmayan şeyler ya da dünyanın düz olduğuna inanmak gibi şeyler, sırf düşünüyoruz diye gerçek kabul edilir. Aslında yoktur ya da öyle değildir. Ya da henüz bilimin olmadığı zamanlarda gözle göremediğimiz ve varlığını düşünemediğimiz mikrop gibi mikroskobik canlıların konusu olmaz. Durum bu diye mikrop ta yok olmuş olmaz tabii. Sadece bilmiyor oluruz. Ancak düşünceye bu kadar atfedilen önem gerçekliğin bükülmesini, yok sayılmasını, önemsenmemesini ya da olmayan şeyleri var saymayı sağlar.
Metafizik düşüncede hareketsizlik, sabitlik ve şeyleri bağlamlarından kopararak incelemek vardır. Bunun en açık örneğini mantık biliminde görürüz. Mantıkta problem çözmede şeyler parçalara ayrılarak yani bağlamlarından koparılarak incelenir. Tek tek şeyler incelenir. Temel ilkeleri özdeşlik ilkesi, çelişmezlik ilkesi ve üçüncü halin imkansızlığı ilkesidir. Oysa hayat çelişkilerden ibarettir ve şeylerin anlamları kendi bağlamlarının içerisinde bir anlam ifade eder. Yazının ilerleyen kısımlarında bunu açacağım. Bu düşünce şeklindeki bilinemezcilik, sabitlik ve hareketsizlik kabulü, hareket halinde olan, dönüşen karmaşık dünyanın yeni gelişmelerinin reddine ve önüne set çekilmesine neden olur. İlerlemeyi önler, bu nedenle gerici karakterdedir.

Kitapta, Tanrı inancı reddedilmez ancak kadercilik reddedilir. İnsanın düşünce gücüyle kendi kaderini yazabileceği vardır ancak bunun için insanın inanmış olması ve doğru bir şekilde istekte bulunması gerekmektedir. Bunu da Tanrı’dan değil Tanrı’nın dilek kutusu olarak kurgulanan evrenden ister. Evren dilek kutusu olunca ona atılabilecek mesaj da enerji olacaktır tabii. Eğer istek yerine getirilmiyorsa bu insanın hatasıdır, çünkü nasıl isteyeceğini bilmiyordur ve bunu da çözmüş olan yazar, bu konuda yazdığı diğer kitabını da önermektedir.
Şimdi bu şekilde bakınca ne kadar kolay geliyor değil mi? Hayatta her türlü problemin çözümü ve her dileğin yerine getirilmesini sağlayacak formül işte bu iki kitapta. Üstelikte ter dökmeden, öyle, kolayca…

Bu cümleyi irdeleyelim. ‘’Çok vahimdir ki; insanın hayatını değiştirememesinin asıl sebebi, bunu başaramayacağına kesin inanmış olmasıdır. Zira hayatımızın senaryosunu inançlarımız yazar.’’ (sf. 12) Hayatımızın senaryosunu gerçekten inançlarımız mı yazıyor? Gerçek dünya böyle mi işliyor?
Ortadoğu’yu ele alalım. Suriye’deki, Filistin’deki, Yemen’deki insanlar evrene yanlış enerji gönderip te savaşı mı kendilerine çektiler? Ya da evrene nasıl mesaj gönderebileceklerini mi bilmediklerinden bu kadar acı çekiyorlar? Yoksa emperyalist devletlerin oradaki yer altı kaynaklarını ele geçirmek için mi başladı bu savaş? Ya da emperyalistler belki de nasıl mesaj göndereceklerine dair o ikinci kitabı iyi bir şekilde çalışmışlardır.
Dilerim cümlenin anlamsızlığı daha net görülmüştür.
Bu tarz kitapların yayınlanmasının özel amaçları vardır. Emperyalizm çağındayız. Bu çağda büyük devletlerin küçük devletleri ya da devletler kendi insanlarını tahakküm altına alırken kullandığı çeşitli araçlardan biri de bu tarz spiritüel ve/veya kişisel gelişim kitaplarıdır. Esas olarak insanı yüzeysel bir anlayışta tutan ve geliştirmeyen aksine gerçeklerden kopararak gerilemesini sağlayan araçlardandırlar -Dikkatinizi çekerim, tek araç bunlar değil ama bunlar da o araçlardan biri-. Yani aslında bu kişiye bir saldırıdır. Dünyaya, topluma ve kişinin kendisine yabancılaştıran, hatta insani düzeyden düşüren, vicdanını yok eden araçlardır bunlar. Çünkü büyük güçler işine karışılmasını istemez. O zaman insanların yollarına çıkmasını nasıl engelleyecekler? Başarabildiklerini dünyanın gerçeklerinden hatta insanı kendi gerçeğinden kopararak. Kitabın içerisinde sizi mutsuz edecek her şeyden uzaklaşın diyor mesela, haber izlemeyin, hareketli şarkı dinleyin falan. Hiçbir şeyden haberiniz olmasın, cehalet mutluluktur. Ya da diyor ki evrene mesaj gönderirseniz kolaylıkla isteklerinize kavuşursunuz, ter dökmeye ne gerek var, kolaycılığa itiyor. Ya da yine diyor ki ‘’Etkilemek istediğimiz topluluğun nüfusunun yüzde birinin karekökü kadar insanın meditasyon yapması yeterlidir. Bu, kulağa oldukça karmaşık gelse de aslında çok basittir ve bir milyon nüfuslu bir toplum için yüz kişiye denk gelir. • Bir milyon nüfuslu bir şehri etkileyebilmek için yüz kişi yeterlidir. •Altı milyar olan dünya nüfusunu etkilemek için sekiz bin kişiye ihtiyacımız vardır. Halkımızın küçük bir bölümü bile içinde barışçıl duygular oluşturursa, bunun çevremize ölçülebilir etkileri olacaktır.’’ (sf 257-258) Bunlar açıkça insan aklıyla dalga geçmektir. Dünya kan revan içinde, yeni savaşlar kapıda, nükleer savaş ihtimalinden herkes tetikte, ülke ekonomisi kırmızı çizgiyi aşmış felakete gidiyor… Oysa meditasyon gibi sihirli bir değnek varmış. Üstelik matematiğini de koymuş, 6 milyarlık dünyayı düzeltmek için 8 bin kişi yetermiş. Ne zamandır Filistin için dünya ayakta ama İsrail daha yeni anlaşmaya yanaşıyor onda bile ayak direyerek!

Metafiziğin temelinde sabitlik olduğunu yazmıştım. İçinde bulunduğumuz ve aslında değişmesi gereken düzenin devamının sağlanabilmesi için insanları değişmezliğe inandırmaları lazım. Böyle gelmiş böyle gider. Oysa düzenin insana ne yaptığını kavrayan insan isyan eder. Onuruna yediremez çünkü. O nedenle bu tarz uydurma kitapların yoğun bir şekilde yayılması için yoğun bir pazarlama çalışması yürütülerek itibar kazandırılmaya, herkesin ilgisini çekip, toplumsal muhalefetten yalıtmaya çalışırlar. Kişinin, bugünkü düzende ‘’başarı’’ diye nitelenen şeylere –ki başarılı diye bugün önümüze çıkarılanlar, bol reklamlı olanlar genelde kendi dalkavuklarıdır- ulaşamaması sistemin suçu olarak değil kişinin beceriksizliği olarak yaftalanır. Aslında sistem mükemmeldir ama böyle bir sistemde beceremeyenin kendi kusurludur. Buna inandırılmaya çalışılır. Oysa bu büyük bir yalandır. Neo-liberal sistem her yönüyle çok sorunludur ve insanlık için çok büyük bir eza sebebidir.

Gerçek ise şudur: Bilincimiz nesnel dünya tarafından belirlenir. Ancak dünya çok karmaşık bir ilişkiler ağıdır. Bu ilişkiler incelenirken dogmatikliğe düşmemek gerekir. Bunun da yöntemi bilimsel bilgiyi içselleştirmektir. Bu da kolay bir şey değildir, ancak imkansız da değildir. Her şey bir süreçtir. Bir geçmişi olduğu gibi bugünü ve geleceği de vardır. Mantığın ifade ettiğinin aksine zıtlar bir arada bulunur, zıtların birliği hareketi oluşturur ve her şey kendi zıddını içinde barındırdığından süreç içinde kendi zıddına dönüşür. Yaşam ve ölüm gibi. Ya da vücudumuzdan örnek verelim. Vücudumuzda hem yıkım vardır hem yapım. Doğumumuzdan orta yaşa kadar hücre yapımı hücre yıkımından yüksektir. Orta yaşın bir evresinde yapım ve yıkım eşitlenir, devamında hücre yıkımı hücre yapımını geçer ve bizler de yaşlılık evresine gireriz. En sonunda da çözülme yani ölüme varırız. Ölümü doğduğumuz andan itibaren içimizde taşıyoruz. Bu zıtların birliğinin ve vücudumuzun hareketinin en açık örneklerinden biridir. O nedenle her şey sabit, hiçbir şey değişmez, mutlak değildir. İnsan düşüncelerinin gelişimi örneğini de verebiliriz. Belirli yeteneklerle ve iç güdülerimizle doğuyoruz. Doğduğumuz andan itibaren de bir öğrenme sürecinin içine giriyoruz. Önce aile, sonra okul ve arkadaş ortamı, daha ilerlediğimizde ülke ortamı ve dünya ortamı. Bu ortamlardan edindiğimiz bilgilerin de süreç içinde değiştiğini görüyoruz. Her yeni öğrenme, öğrenilmiş bir yanlışın doğru olan ile düzeltilmesi ve artık öğrenilen doğruya göre hareket etmek gelişmek demektir. İnsan bilinci de bu anlamda sabit değildir ve yanlışın düzeltilip doğru ile hareket etmek insanı tutarsız yapmaz. İnsan da değişir ve gelişir. Ya da yanlışlarında ısrar eder, tutucu davranır ve geriler. Hareket ileri de olabilir geri de. Şöyle de bir örnek verilebilir. Demokrasinin olduğu yerde diktatörlük yok mudur? Kimin demokrasisi olduğuna göre değişir. Eğer emperyalist bir ülke söz konusuysa demokrasi çok küçük bir azınlık için vardır. Geri kalan ülkelere ya da ülke insanlarının üzerine diktatörlük vardır. İşçi sınıfı diktatörlüğünde ise büyük halk kesimleri için demokrasi vardır, küçük bir azınlık olan sermaye için diktatörlük vardır.
Ve tabii her şey kendi bağlamında değerlendirilir. Çünkü o bağlamın içinde yer alan her şey birbirini etkiler. Dün başka şartlar altında aldığınız bir karar, bugün şartlar değiştiğinde aynı olmayabilir. Çünkü ihtiyaç değişmiştir ve bugünün şartlarına göre hareket etmek gerekmektedir. Böylesi bir durumda değişmeyen şey temel ilkelerdir. Örneğin işçi sınıfının bir üyesi olarak esas temel ilkemiz işçi sınıfının çıkarlarıdır. Ancak emperyalizm çağında olunduğu için emperyalist kuşatmayı yarabilmek için burjuva sınıfı ve köylüler ile birlikte tam bağımsızlık savaşı verilir. O da burjuva milli burjuvaysa. Aksi takdirde yani emperyalizmle iş birliği yapan herkesle bu savaşın verilmesi gerekir. Başka türlü emperyalizmden kurtulunmaz.
Bu felsefe diyalektik felsefedir. Diyalektik felsefenin çıkışının izleri antik çağa kadar uzansa da -Herakleitos’u hatırlayalım; aynı nehirde iki defa yıkanılmaz- esas olarak bilimin gelişmesiyle paralel gerçek şeklini almıştır. Toplum, doğa ve bilinç olgularını evrensel bir anlayış ile bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasalarıyla geliştiğini ortaya koyar. Yani idealizmin tam tersidir. Bunu öğrenmek ve içselleştirmek, sistemin bizi içine hapsetmeye çalıştığı yalanla kurgulanan ve bizi bitiren simülasyona düşmeyi engeller.

Bir yanıt yazın