Uçurum İnsanları başlığı, Jack London’ın İngiltere İşçi Sınıfının durumunu anlattığı kitabının ismidir. Kitapta anlatılan gözlemler 1902 yılı Londra’sına aittir. Kendi kimliğini gizleyerek ve işçi kılığına girerek, bir yandan onların yaşamını gözlemler bir yandan da aslında bilfiil işçilerin yaşadıklarını yaşar. Günlerce aç kalır, pis yerlerde konaklar, sokakta kaldığında tek yatabileceği yer olan banklardan sürülür.

İşçilerin mahalleleri şehrin bir köşesindedir. Burası daha çok getto yapıdır. Buranın ucuz kiralarından dolayı mecburen şehrin bu kısmında yaşamaları gerekir. Burada ev olarak bildikleri aslında tek göz odalardır. Bir odanın içinde anne, baba ve çocuklar birlikte yaşarlar. Kimsenin kendine ait odası yoktur, kimsenin kendine ait özeli yoktur. Yemek de aynı odanın içinde pişirilir yenir, çamaşır da aynı odanın içinde yıkanır. Ve herkes çalışmak zorundadır; çünkü kazandıkları para ne odanın kirasına ne gıdalarının ne de kıyafetlerin maliyetine yetmektedir. Çocuklar okula gidemez. Zaten hiçbir zaman işleri de düzenli değildir. İşsizlik yoğundur. Ve bunlar şanslı sayılabilecek kesimdir. Sistem, işçilere yardım etsin diye düşkünler evi adı verilen kurumlar inşa etmiştir. Düşkünler evi, işsiz ya da çok az para kazanan, bir odanın parasını ödeyemeyerek sokakta kalan insanlara yatacak pis yer veren, berbat ve aslında beslemeyen yiyecekler sunan bir yerdir ve karşılığında da ertesi gün ağır bir işte çalışmaları gerekir. Buralarda yer bulamayanlar ise elbette sokakta banklarda yatıyorlar ancak görevliler ‘’halk’’ için yapılmış banklarda da yatmalarına izin vermeyip, oralardan sürüyorlar. Paraları olmadığından, çalışacak işleri de olmadığından tamamen sokaklara ve açlığa terk edilen insanların romanı Uçurum İnsanları.

‘’Çalışmaya hazır insan sayısı, mevcut işlerin sayısından fazla olunca bir eleme yapmak gerekir. Sanayinin her dalında, verimsiz olanlar dışarı atılır. Bunlar dışarı atılınca artık yükselemezler; aşağı inmek zorunda kalırlar ve kendilerine uygun bir seviyeye, sanayinin dokusu için verimli olabilecekleri bir yere varıncaya dek inmeye devam ederler. Bu durumda en verimsiz olanların ta dibe, yani sefalet içinde helak olup gidecekleri mezbahalara kadar inmeleri kaçınılmazdır.’’ (sf 123)
‘’Maddeci ve ruha değil, mülke dayalı bir uygarlıkta, mülkün ruha göre daha el üstünde tutulması, mülke karşı işlenmiş suçların insana karşı işlenmiş suçlardan daha ciddi telakki edilmesi kaçınılmazdır. Bir adamın karısını eşek sudan gelene kadar dövüp, onun kaburgasını kırması, kira ödeyecek parası olmadığı için yıldızların altında uyumasına kıyasla hafif bir suçtur. Toplumun nazarında, varlıklı bir demiryolu şirketinden birkaç armut çalan bir delikanlı, durup dururken yetmişini aşkın bir ihtiyara saldıran genç yabaniden daha büyük bir musibettir. Sanki çalışıyormuş gibi bir eve yerleşen genç kız o kadar tehlikeli bir suç işlemiştir ki, ağır şekilde cezalandırılmadığı takdirde, onun gibiler yüzünden bütün mülkiyet yapısı yerle bir olabilir. Bu kız gece yarısından sonra Piccadilly ve Strand caddelerinde dolaşsa hem polis kendisine karışmayacak hem de kirasını ödemesi mümkün olacaktır.’’ (sf 116) Ülkeyi şirketlere terk ederseniz durum bu.

İşçi sınıfı, burjuva toplumun kurulduğu sıralarda ve devamında çok büyük sıkıntılar çekmiştir. Görüldüğü gibi kendisini ilk önce insan olarak kabul ettirmesi gerekmiştir. Süregelen zamanda, verdiği savaşımla görece daha refaha kavuşmuş olsa da günümüze geldiğimizde sorunlar hala çözülmemiş ve işçilerin kazandıkları hakların da geri alınabilmesi için her yol denenmektedir. Hala şehirlerde varlıklılar ve fakirler ayrı olarak yaşamakta, belediyelerin sundukları hizmetler de bu ayrıma göre olmakta, şirketler en az ücretle işçileri çalıştırmaya çalışmakta ve politikacılar işverenden yana tavır koyarak şirket karlarının artması için düzeni hazırlamakta ve işçinin her şeyinden kısılmaktadır.
Ülkede ev kiraları maliyeti bir işçinin maaşının büyük bir bölümüne tekabül etmektedir. Politika yapıcılar, asgari ücreti, açlık sınırının sadece bir tık üstünde belirlemişler %30 zamla buna mukabil firmalar da ürünlerine peşi sıra zam yaparak karşılık vermişlerdir. Ve alınan zam da hızla erimiştir. İşçi temel ihtiyaçlarını bile güç bela karşılarken, uluslararası anlaşmalarla alınan borçların ülke enflasyonuna baskısı, ödenen faizlerin yüksekliği, ülkenin tüm varlıklarının yerli veya yabancı özel şirketlere peşkeş çekilmesi, ülke içinde şirketlerin tekelleşmesi ve bu büyük sermayelerin risksiz olan paradan para kazanmaya yönelişi ile yeni iş sahalarının kurulmaması, ayrıca da büyük bir yüzsüzlükle, çok yüksek karlarına rağmen işçi maliyetlerini yüksek bulup ucuz iş gücü için başka ülkelere gitmekle politikacıları tehdit etmeleri. İşçiler çalışıyor, üretiyor ancak politikalarda söz sahibi olamıyorlar. Politikada söz sahibi olamamaları paylaşım yapılırken söz hakkına sahip olmamaları demektir. Bu üretilen kaynakların kimlere ve nerelere paylaştırılacağını belirleyen otoriteler;
- Emperyalist ülkelere bol kaynak aktarıyor
- Büyük sermaye sahiplerine aktarıyor
- İşçilere ise koklatıyor.
Bu durumlar, işçilerin durumlarını hızla aşağı çeken nedenlerdir. İşsizlik yükseldiğinde -ki bu ekonomi politikalarıyla kaçınılmazdır- Jack London’ın romanında bahsedilen hayatların yaşanmamasının önünde engel yoktur. Bugün baktığımızda da sokakta yaşayan insan yok mu? Ne yazık ki daha küçücük yaşta uyuşturucuya alışmış, sokaklarda serserice gezen çocuklar yok mu? Kadın cinayetleri, mafya kapışmaları, fuhuş ülkemizde yok mu?
Bu sorunlar, burjuva sisteminin (diğer ifadesiyle Neo-liberal sistem) içinde çözülebilecek sorunlar değildir. Çünkü burjuva sisteminde esas korunması gereken insan değil mülkiyettir. Tabii burada mülkiyet denince bir insanın evinin arabasının olması meselesi değildir. Bahsedilen mülkiyet büyük sermayenin mülkiyetidir. Batı emperyalizminin uzantısı konumunda bulunan tekelleşmiş şirketlerin mülkiyetidir. Bunların korunması içinse bütün sistem onlara çalışır. Politikacılar, güvenlik kurumları, işçi sınıfının kendini sömürenlerine hayran köle zihniyetlileri.
Ülkemizde gerçekleşen işçi direnişlerine bakalım. Hepsi anayasal hakkını kullanarak haklarını arıyorlar ve onların yaptıkları en ufak hukuksuzluk yok. Ancak karşılarına hemen valilileri, polisi veya jandarmayı dikiyorlar. Korkutuyorlar ve eylemlerin etkisiz kalması için her şeyi yapıyorlar. Ancak daha 1800’lerde başlayan işçi direnişleri ile savaşa savaşa hak kazanan ve kazandıkları hakları yasallaştıran işçi sınıfının yine savaş sahnesinde olması hem kendisinin hem de çocuklarının geleceği için mücadele etmesi günümüzde de bir zorunluluktur. Çünkü mesele sadece hak kazanımı değil bir de kazanılmış olanların korunmasıdır. 1960 – 1970 dönemlerinde kazanılan hakların çoğu 1980 darbesiyle birlikte işçinin elinden zorla alınmıştır.

Yakın zamanlı gerçekleşen eylemlere bir göz atalım. 146 işçinin işten çıkarıldığı Polonez eylemlerinde 172 gün direniş gösterilmiş ve tarihte ilk defa Çalışma Bakanlığı da görüşmelere katılmış ve işçiler işlerine geri dönmüşlerdir. Schneider Elektrik işçileri 25 gün boyunca direnmiş, kazanılmış haklarından taviz vermeden istedikleri zammı kabul ettirmişlerdir. KFC ve Pizza Hut 7000 işçiyi çeşitli oyunlarla işsiz bırakmış ve işçiler hak arayışındalar. Gaziantep’te 2 bin işçi ‘’sefalet ücretini kabul etmiyoruz’’ diyerek grev başlattılar. Çayırhan Termik Santrali’nin ve maden sahalarının özelleştirilmesine karşı işçiler Kasım ayında eylem başlatmış, 9 günlük direnişin ardından özelleştirme ihalesi Mart ayına ertelenmişti. En stratejik sektörlerden biri olan enerji sektörünün, kamunun elinden özele devredilmesi sadece işçiler açısından değil, ülke açısından da çok büyük problem demektir. Bölgemizdeki savaşlar enerji savaşlarıdır. Durum buyken devletin, enerji sektörünü elinde tutması hem ülkenin varlığına sahip çıkılması açısından hem de işçilerin de haklarının korunması açısından son derece önemlidir. Geçmişte fütursuz özelleştirme örneği olan, sınırsız kar hırsının İliç’te nelere mal olduğunu gördük. Çayırhan İşçileri bugün Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın önündeydiler.

Türk Telekom özelleştirmesini hatırlayalım. Yine son derece kritik sektörlerden biri olan haberleşme ağımızı yabancı bir işletmeye devrettik. Düşünün haberleşme ağınızı yabancıya satıyorsunuz. Bununla da kalmamış, çok ucuza devretmiş, zararla da geri almıştık. Büyük kazık yenilen bir durumdu. Bu arada işçi çıkarımı yapılmayacak denmişti ancak özelleştirme sonrası işçilerin yarısı işini kaybetmişti. Yavaş internet sorunumuz var. Bakan da yavaş internetten Türk Telekom sorumlu diyor. Türk Telekom’un bu hale gelmesi kimsenin üstüne aldığı bir sorumluluk değil tabii. Üstelik Türk Telekom şu an varlık fonunda.
Toparlarsak, ülkede ne üretiliyorsa işçilerin alın teriyle üretiliyor ancak işçiler hep göz ardı edilen ve söz hakkı tanınmayan bir durumda tutuluyorlar. Dertleri, tasaları, yaşamları kimsenin umurunda değil. Bu nedenle de direnişler elbette zor ancak yapılan direnişlere baktığımızda da sonuç alabildiğimizi görüyoruz. İşçi sınıfı kendisini kabul ettirerek politikada söz hakkına sahip olmalıdır. Sahip olsun ki müzakere gücüne kavuşabilsin. Sahip olsun ki paylaşımda hakkına düşene sahip çıkabilsin. Yoksa sürekli itilen kakılan bir durumda olmaktan kendini kurtaramaz. Hakkını da hakkıyla savunamaz.
Bir yanıt yazın