Düşünce Labirenti

Para konuşur; ama ben daha iyi dinlerim!

Öze Bakabilmek

1963 sonrası öngörülen planlı sanayileşmenin özellikleri

  • Bazı ürünlerin gümrük vergisi ve kota ile korunması
  • Sanayi yatırımlarının özendirilmesi
  • İç pazarın dış rekabetten korunması
  • Aşırı değerli kur politikası uygulanması
  • Beş yıllık kalkınma planları
  • İşçi haklarında ciddi gelişme

24 Ocak 1980 İstikrar Paketi (İhracat Odaklı Ekonomi / Neo-liberal Politikalar)

  • Devletin ekonomideki payını küçülten önlemlerin alınması
  • Gübre, enerji ve ulaştırma dışındaki sübvansiyonların kaldırılması
  • Dış ticaretin serbestleştirilmesi
  • Yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi
  • İthalatın kademeli olarak serbestleştirilmesi
  • İhracatın teşvik edilmesi
  • Döviz alım-satımın serbest bırakılması
  • Faiz oranlarının serbest bırakılarak pozitif reel faiz uygulamasına geçilmesi
  • Fiyat kontrol ve sınırlamalarının kaldırılması
  • TL’nin yüksek oranda devalüasyonu
  • KİT’lerin özelleştirilmesi, ürünlerin fiyatlarına zam yapılması
  • Tarımsal destekleme alımlarının sınırlandırılması
  • Maaş ve ücretlerin baskılanarak iç talebin daraltılması
  • Günlük kur ilanı uygulamasına gidilmesi
  • Plansız gelişme
  • İşçi haklarında ciddi gerileme

Günümüzde sömürge olmak geçmişte olduğu gibi zincirlere vurularak, sırtımız kamçılanarak zorla çalıştırma şeklinde değil. Nicedir sömürgeleştirme ya da yarı-sömürgeleştirme somut ve soyut zincirlerin birlikte kullanımıyla yapılıyor. Kamçılar da hala var ama onlar da soyutlanarak beyinlere vurulur durumda. Somut sıcak savaşı ise bölgemizden izliyoruz.

Yukarıda maddeler halinde yazdığım iki farklı yol iki farklı ülke yönetim anlayışının sonuçları. Ülke ekonomisini geliştirmek üzere ilk birinci beş yıllık plan 1934 yılında yürürlüğe konulmuş, 1940’ta 2. Dünya Savaşı nedeniyle savaş ekonomisine geçilerek ikinci beş yıllık plan yarım kalmıştır. Bu da ülkede çeşitli ekonomik zorluklara neden olmuş ve halk bir sonraki seçim döneminde toprak ağalarından oluşan Adnan Menderes’in partisini hükümet olarak kendine seçmiştir.

Menderes Dönemi ekonomi uygulamalarında ABD’ye yaranmaya çabası ön planda olmuş, ABD Türkiye’ye son derece kaba davranmışsa da Menderes hükümetini yine de onlardan borç istemeye engel teşkil etmemiştir. Thornburg Raporu o sıralarda geliştirmeye çalıştığımız uçak fabrikamıza ya da motor geliştirme çalışmalarımızı küçük gören bir tavır takınmaktadır ama aynı zamanda bu yeteneklerimizi geliştirmeye çalışanlara da ‘’Amerikalılar iyi mesai arkadaşları olarak bakmayacaklar’’ diyerek de tehdit etmektedir. Ancak Menderes pes etmemektedir. Tekrar başvuru ve yeni bir rapor: Barker Raporu. O da şunu önermektedir: Kalkınmada ağırlık, tarıma ve hammadde üretimine verilmedir. Devletçilik tasfiye edilmeli, özel teşebbüse her alan açılmalı, yabancı sermayeyi engelleyen mevzuat değiştirilerek yabancı sermaye getirilmelidir. Enflasyon ve dış ödeme güçlüğü tehlikeleri düşünülerek, kalkınma hızı düşük tutulmalıdır. Ayrıca verilecek her yardımın nerede kullanılmasını söyleyen de yine kendileridir. Dolayısıyla ülkenin nasıl ve ne kadar gelişmesi gerektiğini etkilemeye çalışmaktadır.

Ancak bununla da bitmez. Türkiye bu süreçte bir de NATO üyesi olmuştur. Böylelikle de NATO Gladyosu’nu içeri almıştır. NATO üsleri topraklarımıza konuşlanmış, Türkiye, ABD’nin ileri karakolu konumuna getirilmiştir.

27 Mayıs ile beraber yeni bir dönem başlar. Bu dönemde ekonomik planlamaya geri dönüş yapılacak, bunu için de Devlet Planlama Teşkilatı kurulacaktır. Bu yıllarda, planlama yapılması ile, planlama tek tek sektörleri de içerdiğinden hem kalkınma hızının artmasını sağlanmış hem de fiyat endekslerinin (TÜFE-ÜFE) görece makul seviyelerde kalması sağlanmıştır. Sendikalılık oranlarında artış, işçi haklarında çeşitli iyileştirmelerle görece refah da sağlanmıştır. En çok devlet işletmesinin açıldığı dönem 1933 -1970 yılları arasıdır.  

Ancak bu süreçlerde siyasette de sular durulmamaktadır. Ülkenin gerici güçleri ilerici güçleri arasında var olan kavgalar da gitgide şiddetlenmektedir. Yükselen çekişmeler önce 12 Mart’ı ardından 12 Eylül’ü getirecektir. Ülkenin her kurumunun içinde var olan ayrışma (ordu da dahil) çok sıkıntılı bir ortamı yaratmış, bu esnada ABD derin devletinin gerici güçlerin yardımına yetişerek, gladyosuyla, kontrgerillasıyla ülkeyi savaş alanına çevirmiştir.

‘’İktidar, egemen sınıflar blokunun monopolündedir ve paylaşılmaz; ancak ekonominin genişleme konjonktürlerinde halk sınıflarının göreli durumlarını değilse bile, mutlak gelir düzeylerini sürekli olarak ilerletecek mekanizmalar geliştirilir. Egemen sınıfların denetimindeki bu mekanizmalar siyasi ve sosyal barış için gereklidir. Bu denetimin zayıfladığı, emekçi sınıfların ekonomik mücadeleleri egemen sınıfların ‘’hazım sınırları’’nın ötesinde edinimler kazanmaya başladığı veya bu mücadelelerin bağımsız siyasi biçimler kazanarak demokratik-devrimci bir dönüşüm ihtimalinin, biraz da olsa güçlendiği durumlarda popülizm son bulur; askeri darbeler aracılığıyla  tutucu-otoriter bir rejim gündeme gelir ve/veya finansal/ekonomik krizler vesile edilerek ABD-IMF-Dünya Bankası ekonominin yönetimini devralır ve taleplerini hayata geçirir.’’ *

O dönemler Türkiye’nin ABD uydusuna alınmasının esas nedeni Sovyetlerin varlığıdır. Yani, ABD hiçbir zaman dost ülkemiz olmadı. Kendi politikaları gereği, düşmanı gördüğü Sovyetleri çevrelemek ister, bunun için Türkiye’yi kullanır ve aynı zamanda gelişen bir Türkiye de istememektedir. O nedenle de ülke içinde gerici unsurları besleyerek hatta eğiterek, ülke içinde yer altı örgütü kurarak 12 Eylül darbesine gerekçe yaratmıştır. Hızlı bir yükselişle ordunun başına getirilen Kenan Evren Cumhurbaşkanı, Özal başbakan olmuştur. Döneminde Menderes’e de bir kısmı önerilen, 24 Ocak istikrar paketi diye Türkiye’nin önüne getirilen ABD’ye sömürge olma maddeleri de böylece uygulanabilir ortamına kavuşmuştu.  Üstelik de Kemalist ve sol tehlike de ortadan kaldırılıyordu.

1994 yılına geldiğimizde Çiller hükümeti görev başındaydı. Bir ABD vatandaşı olan Tansu Çiller bizim başbakanımızdı. Bir gece aniden geçirdiği özelleştirme yasasıyla devleti küçültecek, kamunun yıllar yılı zorluklarla oluşturduğu varlıkları anlaşmalı yerli yabancı sermayeye peşkeş çekecekti. Bir de AB ile Gümrük Birliği anlaşması imzaladı (1996). AB üyesi değiliz ancak AB’nin kendi çıkarlarına göre karar verdiği ekonomik anlaşmalara uymak zorundayız. Bizim tartışma, değerlendirme veya karar hakkımız olmadan.

Bu arada da 90’lı yıllar pek çok siyasi ve tabii faili meçhul cinayetin de işlendiği yıllardır. Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Bahriye Üçok, Hrant Dink, Madımak Yangınında kaybettiklerimiz en bilinenleri. Ancak sadece bu aydınların üzerine yürünmedi; bu insanlar gibi tüm ilerici düşünceye sahip insanlar ya bir şekilde öldürüldü ya da çok ağır süreçlerden geçmek zorunda kaldılar. Türkiye’nin batı ekseninde kalabilmesi ve yönetenlerin yerlerini koruyabilmesi için tüm aykırı seslerin kesilmesi gerekliliğindendi bu saldırılar. Toplum üzerindeki baskı çok ağırdı.

2000’li yıllara gelindiğinde ABD yeni bir politika açıkladı. Bu politikaya da GOKAP dedi. Genişletilmişi Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi diye. Bizim bölgemizle ilgili kısmı BOP (Büyük Ortadoğu Projesi); öngördüğü ise Büyük Kürdistan adı altında 2. İsrail Projesi. Bu plana göre Suriye’den, Irak’tan, İran’dan ve Türkiye’den toprak kopararak, kendi yönetiminde bir ülke istemektedir. Buradaki amaç da Kürtlere yardım olsun değil, bölgenin zengin yer altı kaynaklarını ve ulaşım yollarını kendi kullanımına açmak, kendisinin yönetmesini istemesidir. Böylelikle de hegamon güç olarak liderliğini korumak. ABD, AB ve İngiltere kimsenin dostu değildir.

Gerici hükümetler dediğimiz Adnan Menderes veya diğer bir sembol figür olan Turgut Özal devamı olan ABD ve AB sever hükümetler, hiçbir zaman ülkelerine hizmet eden anlayışta olmadılar. Emperyalizme hizmet etme anlayışında oldular. ‘’En iyi hizmeti biz veririz’’ diye sürekli ABD’den iktidar aranmaları, NATO’dan yana olmaları ve ‘’AB’ye üye olacağız’’ söylemleri bu yüzden. Ülkenin tam bağımsızlığının onlar için hiç anlamı yoktur. Bu hükümetlerin istekleri, zengin kulüplerinde kendilerine bir yer bulmaktır. Bugün büyük sermaye dediğimiz TÜSİAD vb leri de öyle, ki 12 Eylül’ün önemli destekçidir TÜSİAD. Ve bu hükümetler kendi ülkelerinin çocuklarını sırf kendi yerlerini korusunlar diye ateşe atmakta hiçbir beis görmediler. Ordumuzun kanı ucuzdu, ülkenin temiz evlatları onların mafyalarında, pis işlerinde kullanabilecekleri birer maşaydı. Kendilerinin yanında onların değeri neydi ki?

Ali Koç, İlim Yayma Cemiyeti ile

Emperyalist devletler dediğimiz ABD, AB ülkeleri ve İngiltere’dir. Şu anda ülkemizde Suriye’deki Colani kıyımını savunanlar aslında emperyalist ülkelerle birlikte olanı koruyorlar. Üstelik çocuk, yaşlı, kadın demeden, en savunmasızlara saldıran Colani’yi.  Ve Colani, ABD ve AB ülkeleri ile birlikte ve ülkesini onların sömürüsüne de açmış durumda. Yani tam tersinden bir ifade söz konusu. Ve AKP bunu desteklemekle ve yandaş medyanın gerçek durumu saklamasıyla büyük yanlış yapıyor.

Bölgede ve kendi ülkemizde de gördüğümüz gibi, emperyalist devletler, kendilerine uşak olabilecek geri kişilikleri seçer ve seçtirir. Ana akım medya bunun için vardır. Beyinlere vurulan o soyut kamçıyı medya oluşturur. Bu ana akım medya sayesinde Allah Allah diyenleri izler Müslüman sanırsınız bir bakarsınız altından neoliberal uşak çıkar. Atatürk Atatürk diyenleri izler Atatürkçü sanırsınız bir bakarsınız altından yine bir neoliberal uşak çıkar. Yani ülkeyi çatal çıkmaza sokarlar, soktular. Ülke kendini ne kadar savunamayacak duruma düşer, ama zihinsel ama ekonomik ama askeri ama gerekli ihtiyaçlar anlamında, o kadar iyidir. Çünkü ülke ne kadar zayıfsa o ülkeye nüfuz etmek de o kadar kolaydır. Biz ekonomik olarak geriledik mesela. Mehmet Şimşek’in borç para bulabilmek için emperyalistlerin kapılarında nasıl tırım tırım para aradığını hatırlayın. Hatta emperyalistlerle bir konuşması tam bir sömürge valisi şeklindeydi diye geniş çaplı eleştiri yağmuruna da tutulmuştu. Borçlar yüksek ve sıcak paraya hala ihtiyaçları var.

TÜSİAD üyelerine yapılan teşviklere bakın ve nasıl vergi ödemediklerine. Ya da o kadar teşvikle ne yaptıklarına. Ülkenin doğru düzgün bir AR-GE merkezi bile yok. Üretim yatırımları yok. Ne yapıyorlar o kadar parayı? En son Çayırhan Termik Santrali de özelleştirildi hem de değerinin çok altına. Ülkelerin yağmalanması işte bu şekilde oluyor. Bu yağma 80’lerden beri devam ediyor, AKP döneminde en hızlı sürecini yaşadı ve bugün ülke gelirinin neredeyse yarısını TÜSİAD’ın bir avuç sermayedarı paylaşıyor. Emekliler 14 binle, işçiler 22 binle yaşamak zorunda. Ev kiraları ve ülke enflasyonu da ayyuka çıkmış durumda.

Kemalistlerin ve solun sesi kesilince, onların propaganda borazanları kuvvetli ötmeye başladı. Özelleştirme işlemleri için rıza yaratmak için, ülke insanına özel şirketleri sevdirmek üzere her tür propaganda yapıldı. Özel bir şirketten hizmet almak daha popüler ve varlıklı olarak görülmenin bir yolu olarak sunuldu. Devlet geriletir ama özel ilerletirdi. Rekabet, şirketlerin gelişmesinin en önemli aracıydı. Aldığımız maaş ne durumda? Neler yaşıyoruz bugün? İlerlediğimizi düşünüyor muyuz? Peki güven duygumuz ne durumda?

O nedenle bir siyasi partiyi incelerken partinin anti-emperyalist olup olmadığına bakmak ve emek mücadelesine verdiği önemi anlamaya çalışmak gerekir. Tüzüğünde NATO’ya sadakat, AB üyeliği gerekliliği ve ekonomi bölümünde de yukarıda yazdığım neoliberal politikaların maddeleri bulunuyorsa o partiden kaçmak gerekir. Çünkü o parti size ya da ülkeye değil, kendine hizmet edecek demektir.

*Alıntı Korkut Boratav’ın Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002 kitabındandır.

Düzeltme: Hrant Dink cinayeti 2007 yılındadır. Ancak bahsettiğim aynı odaklar tarafından öldürülmüştür.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir